Acın acımdır Zeki.
Bir Zeki Demirkubuz söyleşisinden alıntı.
Bu kadar acı, bu kadar mutsuzluğun dönüp dolaşıp geldiği bir nokta var mı sizce? Bir ürperti hali, içteki korkular…
Z.D.: Hayır, yok. Sezebildiğim kadarıyla bu dediğinizin iki sebebi olduğunu düşünüyorum: Birincisi, kişilikle ilgili. Yani acı çekmek ya da acı çekme arzusu taşımak tamamen kişilikle ilgili. Bir insan dünyanın en trajik şeylerini yaşar, ama tıpkı bir hayvan gibi hiçbir acı da çekmeyebilir. Başka biri kötü hiçbir şey yaşamamıştır, ama çok acı çekebilir. Bu bir kaderdir bence. Yani insanın elinde olan, yaşadıklarıyla ya da yaşamadıklarıyla oluşan bir şey değildir. Tanrı vergisi bir durumdur. Ben bu anlattıklarım ya da yaşadıklarımdan dolayı hiç acı çektiğimi hatırlamıyorum. Zaten insanın kendisi için üzülmesi bana anlaşılmaz geliyor. Bunun olabilmesi için insanın özellikle zayıf biri olması gerekir. Yani acı dediğimiz şey gerçekte farkındalıkla oluşan bir şeydir. Ve insan kendiyle ilişkisinde öyle bir farkındalık durumuna gelemez ancak ötekinde gördüğü zaman bu farkındalık gerçekleşir ve bir acıya sebep olur. Bu da akıl ve vicdan ile ilgilidir.
Böyle değil, ama benim için acı şudur: İlkokul iki ya da üçüncü sınıftayken okullar kapanmış yaz tatili başlamıştı. Isparta’nın tuhaf bir sıcağı ve kuruluğu vardır yazları. Özellikle öğle vakitleri insanlar evlerine, dükkânlarına çekilir her şey sessizleşir, şehir beyaz bir hayal gibi olurdu. Bir de böyle pis bir toz vardır hep; insanın ağzını, burnunu kurutur, canından bezdirirdi. Böyle günlerde bile ben evde bir türlü rahat edemez, canım sıkılır ve kendimi sokağa atardım. Orada burada gezinir dururdum. Bir gün, işte böyle dışarı çıkmıştım yine. Tek başıma tarlalarda, bostanlıklarda gezinmiştim. Sonra kapalı olan okuluma gittim. Tabii kimseler yoktu. Gözümün önüne kış zamanı, okul kalabalığı filan gelince canım iyice sıkıldı. Okulu sevmezdim ama o kalabalığın ve hareketin beni ne kadar oyaladığını fark ettim. Şimdiki bu ıssızlık içimi ezmeye başladı. Okulun bahçesinin duvarına oturup beklemeye başladım. Uzaktan hayal gibi, güneş ışığının altından böyle insanlar, araçlar siluetler gibi geçiyor ama nedense sesleri duyulmuyordu hiç. Derken benim gibi iki tane çocuk daha geldi. Ellerinde bir top, yavaş yavaş, bezgin bezgin oynamaya başladılar. O topun sesini o kadar net hatırlıyorum ki, böyle pat pat… Ve arada bir potaya atıyorlardı. Bir iki oynadılar sonra sıcaktan yılıp bıraktılar topu ve bir kenara geçip oturdular. Bıraktıkları top yavaş yavaş yuvarlandı yuvarlandı, gidip okulun duvarına yavaşça vurup durdu. O anda öyle derin bir sessizlik oldu ki anlatmanın imkânı yok. Ben öyle o topa, o çocuklara baktım. Sonra okula baktım, sonra içime acayip bir acı çökmeye başladı. Böyle büyüdü büyüdü, nasıl içim kıyılıyor… Ben acıyla ilk defa o gün orada tanıştım. Sonra hayatımda hiçbir zaman o gün, o okulun bahçesindeki kadar derinden bir acı çektiğimi hiç hatırlamıyorum. Bence dünyadaki en büyük acı da budur. Çünkü sebebi yoktur, neden diye soramazsın, ortada bir şey yoktur. Albert Camus’nün Yabancı’da anlattığı sıcak bir pazar gününün verdiği acı gibi…Benim için acı böyle bir şey. Diğer her türlüsü, yaşadığımız şeyler filan başka bir yere tekabül ediyor. Onlar yardım çağrısı filan olabilir. Acıya sebep olan bu farkındalık işte. Bu farkındalık olmazsa acı çekmez insan. Bu farkındalığa sahip olmayan birinin acı çekmesi imkânsız bir şey. Ve bizi edebiyatçı yapmaya, sinemacı yapmaya iten sebep de bu farkındalık işte.
Söyleşinin tam metnini okumak için tıklayın.
Söyleşi, 3-4 Temmuz 2006’da Ankara’da yapılmıştır. S. Ruken Öztürk. kader: Zeki Demirkubuz. Der. S. Ruken Öztürk. Ankara: Dost, Ankara Sinema Derneği. 2006.