Söyleyeceğim çok az şey var

Söyleyeceğim çok az şey var.

Bugüne kadar hiçbir şiiri boşuna okumamış olmanın -haklı- gururunu yaşıyorum.

Ahmet Telli'nin Soluk Soluğa şiirini buraya iliştiriyorum. İster okuyun ister dinleyin.

Soluk Soluğa - Ahmet Telli

1.

Hep yanıldı ve yenilgilere uğradı

ama atıldı yine de yeni serüvenlere

Vakti olmadı acıların hesapını tutmaya

durup beklemeye, geri dönmelere vakti olmadı

Yangınlarla geçti ömrü ve hep yanlızdı

– ki onlar daima birer yalnızdırlar

Nerde doğmuştu ve ne zaman kopup

gitmişti o kentten anımsamıyor artık

Hangi sokaktaydı ilk sevgili ve hala

sürüp gider mi ilk öpüşmenin esrikliği

Gizlice buluşmaya gelen ve ölürcesine

korkular geçiren o kız nerdedir şimdi

Sensiz olursam yaşayamam diyen

o liseli kız hangi kentte kaldı

ve o sarışın

o afeti devran bekler mi hala

atlas yataklara sererek yaşamanın anlamını

Üşüten bir acıydı belki her ayrılık

her yolculuk yangınların başladığı yereydi

ama vakti olmadı hesabını tutmaya

aşkların, ayrılıkların ve anıların

İstese de kalamazdı vakti gelince

geyik sesleri yankılanınca yamaçlarda

yürek burkulması ve hüzün ve keder

aralıksız doldururdu günlerin bohçasını

Dudaklarında öpüşlerin gül esmerliği

içinde kıpırdanıp durur ufuk  çizgisi

Ay bile soğuktur o zaman

bir buz parçasıdır

Çaresiz çıkılacaktır o yolculuklara

ki bir ömrün karşılığıdır serüvenler

Birazda serüvendi yaşamak

belki yatkındı büyük yolculuklara

ki serüvenler daima büyük aşklar

ve büyük yolculuklarla başlar

Anıları, aşkları ve bir kenti

bırakıp gidebilirdi apansız

Apansız başlardı yolculuklar

hangi saatinde olursa olsun günün

ve hep kar yağardı nedense

durmadan kar yağardı yol boyunca

ve nasılsa yok olup giderdi hüzün

kent görünmez olunca arkada

Ne bir veda sözcüğü dökülürdü dudaklarından

ne de dönüp bakardı geriye bir kez olsun

Ne zaman yollara düşse biterdi acılar

gül yüzlü sular fışkırdı toprağın karnından

kavaklarsa oynak bir çingene kızı

her kıpırdanışında açılıverir uzun ince bacakları

Mekan tutmak ve her akşam aynı ufukta

güneşin batışını görmek ölümdür biraz

ölümdür biraz hep aynı yatakta

aynı kadınla sevişerek sabaha varmak

Kitapları hep aynı raflara sıralamak

aynı eşyayı kullanmak eskimektir biraz

soluk soluğa yaşamalı insan

her sabah yeni bir şeyler görebilmeli

ve cehenneme dönse de bütün bir ömür,

mutlaka bir şeyler degişmeli her\gün

Ey o büyük yolculukların ürperten heyecanı

okyanus dalgalarının sesleriyle dol bu ömre

ölüme ve aşka durmadan kement atan

serüvenlerle geçsin yaşamak

Buz tutmuş bir dünya ortasında

yollara düşerdi o hep aynı ıslıkla

önünde dağlar, uçurumlar

ve günlerce süren okyanus fırtınaları

sarsılan gök, yarılan toprak

çelik uğultularla burğaçlanırken

yaşamak işte öylesine kucaklardı onu

ve her nasılsa keklik sekişle

bir aşkın sevinci dolardı yüreğine

çıkarıp atardı o zaman deli bir ırmağa

ne kalmışsa bir önceki serüvenden

Soluk soluğa yaşadı kentleri, aşkları

bağlanacak kadar kalmadı hiçbirinde

pervasız bir acemi, bir çılgın

soyu tükenen bir bilgeydi belki

O yalnız kaybetmesini öğrendi ömründe

avucundan dökülen kum taneleriydi her şey,

ne bir serseriydi ne de bir yılgın bir şavasçı

ama kendi kafasıyla düşünen  ve hakkında

ölüm fermanları çıkarılan biriydi belki

Sevince deli gibi severdi

pervasız severdi sevince

dövüşmek ancak ona yakışırdı

ona yakışırdı aşklar ve yolculuklar

yoktu bağlandığı herhangi bir şey

bulutlar gibi çekilip giderdi seslerin arasından

Ne bilir ömrün değerini bir çılgın

yalnızca kendini yaşamayı nerden bilebilir

ve başarısız eylemler çağında o

kaçabilir mi binlerce kez ölmekten

Yerleşik yargıları olmadı hiç

kurmadı güzel gelecek düşleri

nerde bir yangın, nerde tehlike

o mutlaka ordaydı birdenbire

Dinsizdi, özgür sayılırdı belki

ama bağlanmadı özgürlüğe de

Hiçbir yerde yeterinden çok kalmadı

beklemedi anılar sarnıcının dolmasını

şikayetsiz yaşadı yaşadığı her günü

yoktu yüreğinde pişmanlıkların izi

Ayrıntıların izi kalmamış artık

üst üste yaşamakta ayrılıklar

ve bir bulut  gibi sıyrılıp gidilmiştir

dağların, denizlerin üzerinden

Geride kalan ne varsa soluktur şimdi

titreyen  kandiller gibi sönmek üzeredir

(ve her yıl biraz daha harabeye dönen

o eski konaklar gibidir anılar

gül bahçeleri, sesiz koru ve orman

yabanıl otlar içinde kaybolur gider)

Belki bir sağanak boşanır apansız

yüzyıllık bir yagmur başlar

ve sinsi bir hastalığa dönmeden alışkanlıklar

yok olup gider her şey, belki kül olur

Hırçın bir okyanustur yürek

dar gelir ufuk ve mutluluklar çevreni

anılarsa birer çıban izidir

yaşanmaz onların ölgün gölgesinde

Durgun bir su gibi aktı mı yaşamak

ve zaman uysal bir kısrak gibi dinginleşti mi

anısız kalınmıyor artık ne yapılsa

kuşatıyor yolları, aşkı ve ömrü

bekleyişleri kemiren çakal sesleri

Oysa bütün köprüler yakılmalı ayrılıklar vakti

ve herhangi bir şeyle eşit olmaksızın

yollara düşmeli habersiz ve sessiz

Çürük bir diş gibi kanırtıp kentleri

dünyanın ağzını kanlar içinde bırakmalı

Bir ömrün olgunlaştıramayacağı

acemilikler toplamı ve bir çılgın

boyun eğmedi kendine bile

seçme zorunda kalmadı yaşamayı

Nasıl bağlanmadıysa yere ve zamana

bağlanmadı kendine de ömür boyu

dağlara tırmanan atlar gibi

soluk soluğa yaşamak istedi dünyayı

bir şahan gibi bulutlara kurdu

dumanlı sevdaların yörük çadırını

sıradan bir gezgin değildi hiç

dövüşür gibi yaşadı yolculukları

belki korkusuz sayılmazdı büsbütün

korkardı  korkulara düşmekten zaman zaman

ve bütün gemileri yakıp

yollara düşerdi  o hep aynı ıslıkla

mutlu muydu, hiç düşünmedi böyle şeyleri

umutlardansa nefret etti daima

Hep yanıldı ve yenilgelere uğradı

ama atıldı yine de yeni serüvenlere

Pervasız bir acemi, bir çılgın

soyu tükenen bir bilgeydi belki

Ama bir şey vardı yine de

başarısız ihtilallerden kendine kalan

(…………………………………………………….

………………………………………………………

2.

Büyük aşklar yolculuklarla başlar

ve serüvenciler düşer bu yollara ancak

Onlar ki dünyanın son umudu

soyları tükenen birer çılgındırlar

Ne bir adresleri vardı onların yeryüzünde

ne de aşktan başka bir sığınakları

Ama yaşarlar dünyanın dört bir yanında

ölümle alay ederler sanki

Nerde beklenirlerse ordaydılar

bir kez bile gecikmediler ömür boyu

Neydi onları ordan oraya

savurup duran şey

Onları daima yalnız kılan

neydi bu yaşam denilen gürültüde

Her dilden bir adları vardı onların

ama hiçbir ülkenin kimliğini taşımadılar

Şarışındılar belki de esmer

yani bir çok yüzün bileşkesi

Ne altın arayıcısıydılar

ne de aylak bir gezgin

Vurulup düşseler de her kuşatmada

serüvencidir onlar ve hiç ölmezler

Ki onlar hep yalnızdır ve her nasılsa

bulurlar heder olmanın bir yolunu

Onlar ki bu dünyada

kahraman olmaya mahkûmdurlar

Sislenen anılar kaldı bize onlardan

renkleri bozulup duran solgun anılar

Nasıl yazılmalı ki silinip gitmesin

bulutlar  gibi çekilmesin gök boşluğuna

Bileği güçlü ve gözüpek avcılar mıydı

onları kuşatıp yeryüzü cennettinden atan

Yoksa kendini tüketen hüzünler miydi

vurulup düştükçe ışığını karartan

O serüvenlerin günlüğü tutulmadı

yazılmadı o insanların destan şiiri

Parça parça ettirilseler bir kartala

(ki sanırım böyle oldu sonları)

Fışkırır yüreklerinden

başarısız ihtilallerin yangınları

(……………………………………………….

………………………………………………..

Dünyanın cesur ulusları yoktu, cesur insanları vardı. Onlar, aşkın ve hayatın havarileri, büyük serüvencilerdi. Onlar, bu ihtiyar cadının maskesini parçalamak ve yeryüzü denilen cenneti bize sunmak istediler. Bütün ömürleri bu kavgayla geçti. Ne adları vardı onların, ne ulusları, ne dinleri ne de anıtları.

Ama biz onlar için ölüm fermanları hazırlayıp görkemli mangalar  kurduk. Şavaşlar açtık peşpeşe. Kentleri ele geçirip vahşi bir hayvan gibi avladık onları. Nerde görülseler kurşuna dizdik ve süslü kemerler yaptık onların kafa derilerinden. Biz cellattık ve tarih suratımıza tükürürken, bir kez bile bağışlanmayı istemedi onlar…

Derler ki, son büyük serüvenci yaralıdır hala…

Show Comments